Sayfalar

5 Nisan 2015 Pazar

Büyük Saray Mozaikleri Müzesi




Büyük Saray Mozaikleri Müzesi, Sultanahmet Camii`nin güneyinde, caminin külliyesi olan arasta içerisinde yer almaktadır. Müze, Bizans İmparatorluğu Büyük Sarayı`nın revaklı avlusunun kuzeydoğu bölümünde kısmen sağlam kalmış mozaik döşemeyi içine alacak şekilde yapılmıştır.


M.S. 450-550 yılları arasına tarihlenen Büyük Saray Mozaikleri eşsiz bir ustalıkla işlenmiştir. Fonu teşkil eden beyaz zemin balık pulu tarzında işlenmiştir. Mozaiklerde dini konulara rastlanmaz. Konular günlük hayattan ve doğadan alınmıştır. Bunlar arasında kertenkele yiyen grifon, fil ve aslan mücadelesi, bir kısrağın tayını emzirmesi, kaz güden çocuklar, keçi sağan adam, eşeğine yem veren çocuk, testi taşıyan genç kız, elma yiyen ayılar ve avcı kaplan mücadelesini betimleyen sahneler yer almaktadır. 


Büyük Saray Mozaikleri Müzesi, 1953 yılında İstanbul Arkeoloji Müzeleri`ne bağlı olarak açılmış, 1979 yılında Ayasofya Müzesi`ne bağlanmıştır. 
1982 yılında Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile Avusturya Bilimler Akademisi arasında yapılan bir protokol çerçevesinde hazırlanan proje uyarınca, mozaiklerin restorasyonu ve konservasyonu çalışmalarına başlanmış, bu çalışmalar 1997 tarihinde tamamlanmıştır. 



Ziyaret Gün ve Saatleri: Çarşamba dışında her gün 09.30-17.00 saatlerinde gezilebilir.



Panorama 1453 Tarih Müzesi






Panorama 1453 Tarih Müzesi olarak bilinen İstanbul-Topkapı'da bulunan bu müze, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethedişinin, bir odada top sesleri, Mehter Takımı'nın ve Osmanlı atlarının kişnemesinin efekt olarak verildiği panoramik bir müzedirTopkapı Parkı içerisinde yer almaktadır.
31 Ocak 2009 tarihinde açılan müzenin tasarımı ve projelendirmesi 2003'te, uygulama çalışmaları ise 2005 yılında başlamıştır. Müze, 2008 yılında 5 milyon dolarlık bir maliyetle[1] tamamlanmıştır ve aynı zamanda Türkiye'nin ilk panoramik müzesi olma özelliğine sahiptir. Müzenin fikir sahibi ve projenin koordinatörü ressam Haşim Vatandaş'tır.[2]
Panoramik resim 38 metre çaplı bir yarım küre üzerine çizilmiştir. Yarım kürenin iç yüzeyini kaplayan resim 2.350 m2, resim ile ziyaretçi platformu arasındaki 3 boyutlu nesnelerin bulunduğu platform 650 m2dir ve ziyaretçiyi her yönden II. Mehmed'in binlerce askerinin tekbir sesleri ve Mehter Marşı kuşatmaktadır.[2]Ayrıca resimde 100 yılı aşkın süre hiç eskimeden kalabilen pigment mürekkep kullanılmıştır.[1]Müzenin panoramik resim çalışmalarına 8 sanatçı tarafından 2005 yılında başlanmış ve 2008 yılında bitirilmiştir. Panoramik olan bu resimde 10.000 figür çizimi yer almaktadır. Resmin surlarındaki yıkılmış kısımlar ve bu bölgelerin büyüklükleri, İstanbul'un ilk belediye başkanı Hızır Bey'e, surların tamiri ile ilgili sunulan rapora göre çizilmiştir.[2]
İzleyici, müzedeki bu platforma çıktığında 10 saniye kadar sürecek bir şok yaşayabilir. Müzedekipanoramik resme ilk defa bakan kişi, optik alışkanlıkları nedeniyle eserin gerçek boyutlarını kavrayamayacaktır. Bu durum, resmin boyutlarını kavramayı sağlayacak referanslar, başlangıç ve bitiş gibi dayanak noktalarının bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Müze, ziyaretçiye, kapalı bir mekâna girildiği halde, tekrar 3 boyutlu bir dış mekâna çıkılmış duygusunu yaşatmaktadır.[2]
Müze, kuşatmanın geçtiği Topkapı-Edirnekapı surlarının karşısında bulunmaktadır. Müze çevresinde Kostantinopolis'e ilk Türk askerinin girdiği Topkapı Surları ve Silivrikapı'daki surlar görülebilir.[2]

İstanbul Deniz Müzesi




İstanbul Deniz MüzesiTürkiye'nin denizcilik alanında en büyük müzesidir, içerdiği koleksiyon çeşitliliği açısından dünyanın sayılı müzelerinden biridir. Koleksiyonunda yaklaşık 20.000 adet eser bulunmaktadır. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'na bağlı olan İstanbul Deniz Müzesi Türkiye'de kurulan ilk askeri müzedir.
Türk Deniz Müzesi; 1897 yılında, dönemin Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa'nın emirleri, Miralay (Albay) Hikmet Bey ve Yüzbaşı Süleyman Nutku'nin büyük gayret ve çabaları sonucu Tersane-i Amire'de (Osmanlı Devlet Tersanesi Kasımpaşaİstanbul'da) küçük bir binada "Müze ve Kütüphane İdaresi" İsmi ile kurulmuştur
Önceleri düzenlemesi yapılmamış, müze deposu olarak sergiye açılmıştır. 1914 yılında Bahriye Nazırı olan Cemal Paşa, denizciliğin tüm kollarında olduğu gibi müzede de reform yapmış ve müdürlüğe Deniz Yüzbaşı Ressam Ali Sami Boyar'ı getirerek, bilimsel anlamda yeniden düzenlenmesine olanak sağlamıştır. Boyar, Türk gemilerinin tam ve yarım modellerinin yapılması için "gemi model atelyesi" ve mankenlerin yapıldığı "mulaj-manken atelyesi"ni kurarak, müzeciliğin geliştirilmesine ve bugünkü halini almasına temel oluşturmuştur.
II. Dünya Savaşı 'nın başlamasıyla, eserler korunma amacıyla Anadolu'ya nakledilmiştir. Savaş sonunda 1946 yılında müzenin tekrar İstanbul'a taşınmasına karar verilmiş ve müze o günün koşullarında en uygun yer olan Dolmabahçe Camii Külliyesi'ne taşınmış, yeni müze müdürü Haluk Şehsyvaroğlu idaresinde iki yıllık bir çalışmadan sonra 27 Eylül 1948 yılında ziyarete açılmıştır. 1961 yılında müze Beşiktaş İskele Meydanı'nda Türk Amirali Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa'nın anıtı ve türbesi yanında, bugünkü bulunduğu yere taşınmıştır.
Ana sergi binası 3 katlı olup, 1500 m² lik alana sahiptir. Binada bulunan 4 büyük salon ve 17 oda sergileme alanı olarak kullanılmış ve salonlara rüzgar yönlerinin isimleri verilmiştir. Müzede, saltanat kayıkları, bahriyeli kıyafetleri, el yazmaları, gemi modelleri,sancaklar,haritalar ve portolanlar, tablolar, tuğralar ve armalar, kadırgalar, seyir aletleri, gemi baş figürleri ile silahlar sergilenmektedir.Giriş bölümde ise küçük yaş guruplarının eğitici oyun alanı ve hediyelik eşya bölümü vardır.
Restorasyonu tamamlanan müze, 4 Ekim 2013 tarihinde tekrar ziyarete açılmıştır.

4 Nisan 2015 Cumartesi

Ayasofya Müzesi

Ayasofya (Yunanca: Αγιά Σοφιά, tam adı: Ναός τῆς Ἁγίας τοῦ Θεοῦ Σοφίας, Latince: Sancta Sophia ya da Sancta Sapientia),[2] İstanbul'da tarihî bir müze. Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından MS 532 - 537 yılları arasında İstanbul'un tarihi yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş bazilika planlı bir patrik katedrali olup, 1453 yılında İstanbul'un Türkler tarafından alınmasından sonra, Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüştür. 1935 yılından beri ise müze olarak hizmet vermektedir.[3][4] Ayasofya, mimari bakımdan, bazilika planı ile merkezî planı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır.

Binanın adındaki “sofya” sözcüğü herhangi bir kimsenin adı olmayıp, eski Yunanca’da “bilgelik” anlamındaki sophos sözcüğünden gelir.[5] Dolayısıyla “aya sofya” adı “kutsal bilgelik” ya da "ilahî bilgelik” anlamına gelmekte olup, Ortodoksluk mezhepinde Tanrı'nın üç niteliğinden biri sayılır.[6] 6. yüzyılın ünlü mimarlarından Milet'li İsidoros ve Tralles'li Anthemius'un[1][3] yönettiği Ayasofya’nın inşaatinde yaklaşık 10.000 işçinin[7][8][9] çalıştığı ve Jüstinyen'in bu iş için büyük bir servet harcadığı belirtilir.[10] Bu çok eski binanın bir özelliği yapımında kullanılan bazı sütun, kapı ve taşların binadan daha eski yapı ve tapınaklardan getirilmiş olmasıdır.[11][11][12]

Bizans döneminde Ayasofya büyük bir “kutsal emanetler” zenginliğine sahipti. Bu emanetlerden biri de 15 metre yüksekliğindeki gümüş İkonostasisti.[not 1][13] Konstantinopolis Patriği'nin patrik kilisesi ve Ortodoks Kilisesi’nin bin yıl boyunca merkezi olan Ayasofya, 1054 yılında Patrik I. Mikhail Kiroularios'un Papa IX. Leo tarafından Aforoz edilmesine şahitlik etmiştir, genel olarak bu olay Schisma'nın yani Doğu ve Batı kiliselerinin ayrılmasının başlangıcı sayılır.

1453’de kilise camiye dönüştürüldükten sonra Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet’in gösterdiği hoşgorüyle mozaiklerinden insan figürleri içerenler tahrip edilmemiş (içermeyenler ise olduğu gibi bırakılmıştır), yalnızca ince bir sıvayla kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler bu sayede doğal ve yapay tahribattan kurtulabilmiştir. Cami müzeye dönüştürülürken sıvaların bir kısmı çıkarılmış ve mozaikler yine gün ışığına çıkarılmıştır. Günümüzde görülen Ayasofya binası aslında aynı yere üçüncü kez inşa edilen kilise olduğundan Üçüncü Ayasofya olarak da bilinir. İlk iki kilise isyanlar sırasında yıkılmıştır. Döneminin en geniş kubbesi olan Ayasofya’nın merkezî kubbesi, Bizans döneminde birçok kez çökmüş,[14][15] Mimar Sinan’ın binaya istinat duvarlarını eklemesinden itibaren hiç çökmemiştir.

15 yüzyıl boyunca ayakta duran bu yapı sanat tarihi ve mimarlık dünyasının baş yapıtları arasında yer alır ve büyük kubbesiyle Bizans mimarisinin bir simgesi olmuştur. Ayasofya diğer katedrallere kıyasla şu özellikleriyle ayırt edilir:

Dünya’nın en eski katedralidir.[14]
Yapıldığı dönemden itibaren yaklaşık bin yıl boyunca (1520’de İspanya’daki Sevilla Katedrali’nin inşaatı tamamlanana dek) dünyanın en büyük katedrali ünvanına sahip olmuştur.[16] Günümüzde yüzölçümü bakımından dördüncü sırada gelmektedir.[9]
Dünya’nın en hızlı (5 yılda) inşa edilmiş katedralidir.[14]
Dünya’nın en uzun süreyle (15 yüzyıl) ibadet yeri olmuş yapılarından biridir.
Kubbesi "eski katedral" kubbeleri arasında çapı bakımından dördüncü büyük kubbe sayılmaktadır.[17]


İlk Ayasofya inşaatı Hıristiyanlığı imparatorluğun resmî dini ilan eden Roma imparatoru Büyük Konstantin (Bizans’ın ilk imparatoru I. Constantinus) tarafından başlattırılmıştır. 337 ile 361 yılları arasında tahtta olan Büyük Konstantin'in oğlu Constantius II tarafından tamamlanmış ve Ayasofya kilisesinin açılışı 15 Şubat 360’ta Constantius II tarafından gerçekleştirilmiştir.[18] Socrates Scholasticus’un kayıtlarından gümüş kaplı perdelerle süslü ilk Ayasofya’nın Artemis Tapınağı üzerine inşa edilmiş olduğu öğrenilmektedir.[6]

Adı “Büyük Kilise” anlamına gelen ilk Ayasofya Kilisesi’nin adı Latince’de Magna Ecclesia ve Yunanca’da [not 2] Megálē Ekklēsíā (Μεγάλη Ἐκκλησία) idi.[6] Eski bir tapınak üzerine[not 3] inşa edildiği belirtilen [19] bu yapıdan günümüze ulaşan bir kalıntı bulunmamaktadır.

Bu Birinci Ayasofya, binanın inşası tamamlanana dek bir katedral niteliğinde işlev gören Aya İrini Kilisesi’nin vaktiyle yakınında yer alan imparatorluk sarayının yakınına (bugünkü müze alanının kuzey kısmındaki, yeni tuvaletlere yakın olan, ziyarete kapalı kısım) inşa edilmişti. Her iki kilise de Bizans İmparatorluğu’nun iki ana kilisesi olarak faaliyet göstermişlerdir.

Birinci Ayasofya geleneksel Latin mimarisi stilindeki bir sütunlu bazilika olup, çatısı ahşaptı ve önünde bir atrium yer almaktaydı. Bu ilk Ayasofya bile olağanüstü bir yapıydı. 20 Haziran 404’te Konstantinopolis Patriği Aziz Yannis Khrysostomos'un, İmparator Arcadius'un eşi İmparatoriçe Aelia Eudoksia ile çatışmasından dolayı sürgüne gönderilmesinin ardından çıkan isyanlar sırasında bu ilk kilise yakılarak büyük ölçüde tahrip olmuştur.

İkinci Ayasofya[değiştir | kaynağı değiştir]

Üstteki mermer bloklardan birinin önden ve yakın plandan görünüşü. Bloktaki kabartmada 12 havariyi temsilen yapılmış 12 kuzudan bazıları ve yaşam ağacı sembolü görülmektedir.
İlk kilisenin isyanlar sırasında yakılıp yıkılmasından sonra, imparator II. Theodosius bugünkü Ayasofya’nın bulunduğu yere ikinci bir kilisenin inşa edilmesi emrini vermiş ve İkinci Ayasofya’nın açılışı onun zamanında, 10 Ekim 415’te gerçekleşmiştir.[15] Mimar Rufinos tarafından inşa edilen bu İkinci Ayasofya da yine bazilika planlı, ahşap çatılı ve beş nefliydi. İkinci Ayasofya'nın 381'de İkinci Ekümenik Konsil olan Birinci İstanbul Konsili'ne Aya İrini ile birlikte evsahipliği yaptığı sanılmaktadır.[20] Bu yapı 13-14 Ocak 532’de Nika ayaklanması sırasında yakılıp yıkılmıştır.[3][21]

1935’te binanın batı avlusunda (bugünkü giriş kısmında) Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden A.M. Schneider tarafından yürütülen kazılarda bu İkinci Ayasofya’ya ait birçok buluntu ele geçirilmiştir. Günümüzde Ayasofyanın ana girişinin yanında ve bahçede görülebilen bu buluntular, portik kalıntıları, sütunlar, başlıklar, bazıları kabartmalarla işlenmiş mermer bloklardır. Bunların vaktiyle binanın cephe kısmını süsleyen üçgen alınlığın parçaları olduğu saptanmıştır. Binanın cephesini süsleyen bir bloktaki kuzu kabartmaları 12 havariyi temsilen yapılmıştır. Ayrıca kazılar, İkinci Ayasofya’nın zemininin Üçüncü Ayasofya’nın zemininden iki metre daha aşağı bir düzeyde bulunduğunu ortaya koymuştur. İkinci Ayasofya’nın uzunluğu bilinmemekteyse de genişliğinin 60 m. olduğu sanılmaktadır.[6](Günümüzde, Üçüncü Ayasofya’nın ana girişinin yanında yer alan, İkinci Ayasofya’ya ait cephe merdiveni basamaklarının yaslandığı zemin, kazılar sayesinde görülebilir durumdadır. Kazılara şimdiki binada çökmelere neden olabileceği nedeniyle devam edilmemiştir.)

Üçüncü Ayasofya[değiştir | kaynağı değiştir]
Yapımı[değiştir | kaynağı değiştir]

Bizans dönemindeki Ayasofya'nın kesiti
İkinci Ayasofya’nın 23 Şubat 532’de yıkımından birkaç gün sonra imparator I. Jüstinyen öncekinden tümüyle farklı, daha büyük ve kendisinden önce gelen imparatorların yaptırdıkları kiliselerden çok daha görkemli bir kilise inşa ettirmeye karar verdi. Jüstinyen bu işi yapacak mimarlar olarak fizikçi Milet'li İsidoros ile matematikçi Tralles'li Anthemius’u görevlendirdi. Bir efsaneye göre, Jüstinyen inşa ettireceği kiliseye ilişkin hazırlanan taslakların hiçbirini beğenmez. Bir gece İsidoros taslak hazırlamaya çalışırken uyuyakalır. Sabah uyandığında Ayasofya'nın hazırlanmış bir planını önünde bulur. Jüstinyen bu planı mükemmel bulur ve Ayasofya'nın buna göre inşa edilmesini emreder. Bir başka efsaneye göre de İsodoros bu planı rüyasında görmüş ve planı rüyasında gördüğü şekilde çizmiştir.(Anthemius daha inşaatın ilk yılında öldüğünden işi İsidoros sürdürmüştür). İnşa, Bizanslı tarihçi Prokopius'un Justinian'ın binaları (Yunanca: Περί Κτισμάτων, Latince: De Aedificiis, "Binalar Üzerine"), adlı eserinde betimlenmektedir.

İnşada kullanılacak malzemeleri üretmek yerine, imparatorluk topraklarında yer alan yapı ve tapınaklardaki yontulmuş hazır malzemelerden yararlanmak yoluna gidilmiştir. Bu yöntem, Ayasofya’nın inşa süresinin çok kısa olmasını sağlayan etkenlerden biri olarak kabul edilebilir. Böylece binanın yapımında Efes’teki Artemis Tapınağı’ndan,[11] Mısır’daki Güneş Tapınağı’ndan (Heliopolis),[11] Lübnan’daki Baalbek Tapınağı’ndan[12] ve daha birçok tapınaktan getirtilen sütunlar kullanılmıştır. Bu sütunların altıncı yüzyıl olanaklarıyla nasıl taşınabildiği ilginç bir konu oluşturmaktadır. Kaplama ve sütunlarda kullanılan renkli taşlardan kırmızı porfir Mısır, yeşil porfir Yunanistan, beyaz mermer Marmara Adası, sarı taş Suriye ve kara taş İstanbul kökenlidir.[22] Ayrıca Anadolu’nun çeşitli yörelerinden gelen taşlar kullanılmıştır.[14] İnşaatte on binden fazla kişinin çalıştığı belirtilir. İnşaat sonunda Ayasofya Kilisesi günümüzdeki halini almıştır.


Bizans döneminde kent merkezindeki önemli yapıların konumları
Mimaride yaratıcı bir anlayışı gösteren bu yeni kilise yapılır yapılmaz, derhal mimarinin başyapıtlarından biri olarak kabul edildi. Mimarın böylesine büyük bir açık mekânı sağlayabilecek devasa bir kubbeyi inşa edebilmede İskenderiye’li Heron’un teorilerinden yararlanmış olması mümkündür.

23 Aralık 532'de başlanan yapım çalışması 27 Aralık 537'de tamamlandı. Kilisenin açılışını imparator Jüstinyen ve patrik Eutychius büyük bir törenle birlikte yaptılar. Ayasofya o zamana kadar en büyük yapı olarak kabul edilen Süleyman'ın Tapınağı’ndan daha büyük olduğundan İmparator Justinianus (Jüstinyen) halka yaptığı açılış konuşmasında “Ey Süleyman! Seni yendim” demiştir.[23] Kilisenin ilk mozaiklerinin yapımı 565 ile 578 yılları arasında tahtta olan II. Justin döneminde tamamlanabilmiştir. Kubbe pencerelerinden sızan ışıkların duvarlardaki mozaiklerde oluşturdukları ışık oyunları dahiyane mimariyle birleşerek izleyicilere büyüleyici bir atmosfer yaratmaktaydı. Ayasofya İstanbul’a gelen yabancılar üzerinde öylesine büyüleyici, derin bir etki bırakmıştır ki, Bizans döneminde yaşayanlar Ayasofya’yı "dünyada tek" ("singulariter in mundo") olarak nitelemişlerdir.[24]

Fakat yapılışından kısa bir süre sonra, 553 Gölcük ve 557 İstanbul depremlerinde ana kubbe ile doğu yarım kubbesinde çatlaklar belirdi. 7 Mayıs 558 depreminde ise ana kubbe tümüyle çöktü ve ilk ambon [not 4], ciborium ve sunak da ezilerek yok oldu. İmparator derhal restorasyon çalışmasını başlattı ve bu çalışmanın başına Milet’li İsidoros’un yeğeni genç İsidorus’u getirdi. Depremden ders alınarak bu kez yeniden çökmemesi için kubbenin yapımında hafif malzeme kullanıldı ve kubbe eskisine kıyasla 6.25 m. daha yükseğe yapıldı.[25] Restorasyon çalışması 562 yılında tamamlandı.

Yüzyıllarca Konstantinopolis Ortodoksluk patriğinin merkezi olan Ayasofya aynı zamanda Bizans’ın taç giyme törenleri gibi imparatorluk törenlerine evsahipliği yapmıştır. İmparator VII. Konstantin “Törenler Kitabı” (De caerimoniis aulae Byzantinae) adlı kitabında Ayasofya’da yapılan imparator ve patrik tarafından düzenlenen törenleri tüm ayrıntılarıyla anlatmaktadır. Ayasofya, ayrıca günahkarlar için de bir sığınma yeri olmuştur.

Ayasofya’nın daha sonra uğradığı tahribatlar arasında 859 yangını, bir yarımkubbesinin düşmesine neden olan 869 depremi ve ana kubbesinde hasara yol açan 989 depremi sayılabilir. 989 depreminden sonra imparator II. Basil, kubbeyi Agine ve Ani’deki büyük kiliseleri inşa eden Ermeni mimar Trdat’a tamir ettirmiştir.[26] Trdat kubbenin bir kısmını ve batı kemerini onarmış ve kilise 6 yıl süren onarım çalışmasından sonra 994’te yeniden halka açılmıştır.

Latin istilası dönemi[değiştir | kaynağı değiştir]

Latin İstilası esnasında Venedik Doç'u Henricus Dandolo anısına konulan sembolik yazıt
Dördüncü Haçlı Seferi sırasında, Venedik Cumhuriyeti'nin âmâ Doçu Henricus Dandolo[not 5] komutasındaki Haçlılar İstanbul’u ele geçirip Ayasofya’yı yağmalamışlardır. Bu olay Bizanslı tarihçi Niketas Choniates'in kaleminden ayrıntılı olarak öğrenilmektedir. Kiliseden aralarında İsa'nın mezar taşından bir parça, İsa'nın sarıldığı bez, Meryem'in sütü ve azizlerin kemikleri gibi birçok kutsal emanet ile altın ve gümüşten yapılma değerli eşyalar çalındı, kapılardaki altınlar bile sökülerek batı kiliselerine götürüldü şeklinde anlatılmaktadır. Latin İstilası (1204–1261) olarak anılan bu dönemde Ayasofya Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı bir katedrale dönüştürülmüştür. 16 Mayıs 1204 tarihinde Latin İmparatoru I. Baldovino imparatorluk tacını Ayasofya'da giymiştir.

Henricus Dandolo adına konan mezar taşı Ayasofya’nın üst galerisindedir. Gaspare ve Giuseppe Fossati tarafından gerçekleştirilen 1847-1849 restorasyonu sırasında mezarın gerçek bir mezar olmadığı Henricus Dandolo anısına bir sembolik plaket olarak konulduğu ortaya çıkmıştır.

Son Bizans dönemi[değiştir | kaynağı değiştir]
Ayasofya 1261’de tekrar Bizanslılar’ın kontrolüne geçtiğinde harap, virane ve yıkılmaya yüz tutmuş bir durumdaydı. 1317’de imparator II. Andronikos Palaiologos finansmanını ölen eşi Irene'nin mirasından karşılayarak binanın kuzey ve doğu kısımlarına 4 adet istinat duvarı (Πυραμὶδας, Yunanca:"Piramídas") ekletti.[27][28] 1344 depreminde kubbede yeni çatlaklar belirdi ve 19 Mayıs 1346’da binanın çeşitli kısımları çöktü. Bu olaydan sonra kilise, 1354’te Astras ve Peralta adlı mimarların restorasyon çalışmasının başlamasına kadar kapalı kaldı.[27]

Osmanlı-cami dönemi[değiştir | kaynağı değiştir]

Ayasofya Camii’nin 1880’lerdeki görünümü, Pascal Sebah (1823-1886)
İstanbul’un 1453’te Osmanlı Türkleri tarafından fethinden sonra, fethin sembolü olarak, derhal Ayasofya Kilisesi camiye dönüştürülmüştür. O sıralarda Ayasofya harap bir haldeydi. Bu durumu Kordoba soylusu Pero Tafur [29] ve Florentine Cristoforo Buondelmonti [30] gibi Batılı ziyaretçilerce betimlenmektedir. Ayasofya’ya özel bir önem veren Fatih Sultan Mehmet kilisenin derhal temizlenip camiye çevrilmesini emretti, fakat adını değiştirmedi. İlk minaresi onun döneminde inşa edilmiştir. Osmanlılar bu tür yapılarda taş kullanmayı tercih etmekle birlikte minarenin hızla inşa edilebilmesi amacıyla bu minare tuğladan yapılmıştır. [not 6]. Minarelerden biri de sultan II. Bayezid tarafından eklenmiştir. 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman fethettiği Macaristan’daki bir kiliseden Ayasofya’ya iki dev kandil getirtmiştir ki, günümüzde bu kandiller mihrabın iki yanında yer alırlar.

II. Selim döneminde (1566–1574) yorgunluk ya da dayanıksızlık belirtileri gösterdiğinde, bina, dünyanın ilk deprem mühendislerinden biri sayılan Osmanlı baş mimarı Mimar Sinan tarafından eklenen dış istinat yapılarıyla (payanda) takviye edilerek, son derece sağlamlaştırılmıştır.[31] Günümüzde binanın dört tarafındaki toplam 24 payandanın bir kısmı Osmanlı dönemine, bir kısmı Bizans dönemine aittir. Bu istinat yapılarıyla birlikte, Sinan ayrıca, kubbeyi taşıyan payeler ile yan duvarlar arasındaki boşlukları kemerler ile besleyerek kubbeyi iyice sağlamlaştırmış [not 7] ve binaya iki geniş minare (batı kısmına), hünkar mahfili ve II. Selim’in türbesini (güneydoğu kısmına) eklemiştir (1577).[15] III. Murat’ın ve III. Mehmed’in türbeleri ise 1600’lerde eklenmiştir.


Gaspare Fossati tarafından yapılmış resim.
Ayasofya binasının içine Osmanlı döneminde eklenen diğer yapılar arasında mermerden minber, hünkar mahfiline açılan galeri, müezzin mahfili (mevlit balkonu), vaaz kürsüsü ve sayılabilir. III. Murad Bergama’da bulunmuş, helenistik dönemden kalma (MÖ IV. yüzyıl), "bektaşi taşı"ndan (İng. alabaster ) [not 8] yapılma iki küpü Ayasofya'nın ana nefine (ana salon) yerleştirmiştir. I. Mahmud 1739’da binanın restore edilmesini emretti ve bir kütüphane ile binanın yanına (bahçesine) bir medrese, bir imarethane ve bir şadırvan ekletti. Böylece Ayasofya binası, civarındaki yapılarla birlikte bir külliyeye dönüştü. Bu dönemde ayrıca yani bir sultan galerisi ve yeni bir mihrap yapıldı.


Ayasofya, 1910-1915
Ayasofya’nın Osmanlı dönemindeki en ünlü restorasyonlarından biri sultan Abdülmecit’in emriyle İsviçre İtalyanı olan Gaspare Fossati ve kardeşi Giuseppe Fossati’nin nezaretinde 1847 ile 1849 yılları arasında yapılmıştır.[27] Fossati kardeşler, kubbe, tonoz ve sütunları sağlamlaştırdı ve binanın iç ve dış dekorasyonunu yeniden elden geçirdi. Üst kattaki galeri mozaiklerinin bir kısmı temizlendi, çok tahrip olanları ise sıvayla kaplandı ve altta kalan mozaik motifleri bu sıva üzerine resmedildi. [not 9] Işıklandırma sistemini sağlayan yağ lambası avizeleri yenilendi. Kazasker Mustafa İzzed Efendi'nin (1801–1877) eseri olan, önemli isimlerin [not 10] hat sanatıyla yazılı olduğu yuvarlak dev tablolar yenilenip sütunlara asıldı. Ayasofya’nın dışına yeni bir medrese ve muvakkithane inşa edildi. Minareler aynı boya getirildi. Bu restorasyon çalışması bittiğinde Ayasofya Camii 13 Temmuz 1849’da görkemli bir törenle yeniden halka açıldı.[not 11] Ayasofya külliyesinin Osmanlı dönemindeki diğer yapıları arasında sıbyan mektebi, şehzadeler türbesi, sebil, sultan Mustafa ve sultan İbrahim türbesi (önceden vaftizhane [not 12]) ve hazine dairesi sayılabilir.

Müze dönemi[değiştir | kaynağı değiştir]
1930 ile 1935 yılları arasında restorasyon çalışmaları nedeniyle halka kapatılan Ayasofya’da Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle bir dizi çalışmalar yapıldı. Bu çalışmalar arasında çeşitli restorasyonlar, kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi ve mozaiklerin ortaya çıkarılıp temizlenmesi sayılabilir.[32] Restorasyon sırasında Ayasofya'nın, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin laiklik ilkesi doğrultusunda, yapılış amacı olan kiliseye tekrar çevrilmesi konusunda fikirler ortaya atılmışsa da; bölgede yaşayan Hristiyan sayısının çok az olmasından dolayı oluşan talep yetersizliği, bölgede bu denli görkemli bir kiliseye karşı yapılabilecek muhtemel provakasyonlar ve mimarinin tarihi önemi gözönüne alınarak Bakanlar Kurulu’nun 24 Kasım 1934[33] tarih ve 7/1589 sayılı kararıyla müzeye çevrilmiştir. 1 Şubat 1935’te ziyarete açılan müzeyi Atatürk 6 şubat 1935 tarihinde ziyaret etmiştir.[6] Yüzyıllar sonra mermer zemindeki halıların kaldırılmasıyla zemin döşemesi ve insan figürlü mozaikleri örten sıvanın kaldırılmasıyla da muhteşem mozaikler tekrar gün ışığına çıkarılmıştır.[34]


Ayasofya Camii İbadete Açılan Bölüm Tabelası
Ayasofya’nın sistemli olarak incelenmesi, restorasyonu ve temizlenmesi ABD’ndeki Bizans Enstitüsü (the Byzantine Institute of America) adlı kurumun 1931'deki ve Dumbarton Oaks Alan Komitesi’nin 1940’lı yıllardaki [35] girişimiyle sağlanmıştır. Bu kapsamda yapılan arkeolojik çalışmalar K. J. Conant, W. Emerson, R. L. Van Nice, P.A. Underwood, T. Whittemore, E. Hawkins, R. J. Mainstone and C. Mango tarafından sürdürülmüş ve Ayasofya’nın tarihine, yapısını ve dekorasyonuna ilişkin başarılı sonuçlar elde edilmiştir.[36] Ayasofya’da çalışmalarda bulunmuş diğer isimlerden bazıları A. M. Schneider, F. Dirimtekin ve Prof. A. Çakmak’tır. Bizans Enstitüsü ekibi mozaik arama ve temizleme işleriyle uğraşırken, R. Van Nice yönetimindeki bir ekip de, binanın, taş taş ölçülerek rölövelerini [not 13] çıkarma çalışmasına girişmiştir. Çalışmalar halen çeşitli uluslardan bilim insanlarınca sürdürülmektedir.

Mimari[değiştir | kaynağı değiştir]

Kubbeden dörtgen biçime geçişi sağlayan üçgenimsi pandantifler.
Dosya:İstanbul - Ayasofya, İmparator Kapısından giriş v1 - Mart 2013.webm
İç narteksten ana nefe (ana salona) açılan 9 kapıdan biri olan ve yalnızca imparator tarafından kullanıldığından İmparator Kapısı adı verilen kapıdan ana salona giriş (Mart 2013)
Ayasofya, mimari bakımdan, bazilika planı ile merkezî planı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır.

Ayasofya, her şeyden önce boyutu ve mimari yapısıyla önem taşır. Yapıldığı dönemin dünyasında hiçbir bazilika planlı yapı Ayasofya'nın kubbesinin boyutundaki bir kubbe ile örtülebilmiş ve böylesine büyük bir iç mekâna sahip değildi. Ayasofya’nın kubbesi Roma’daki Panteon'un kubbesinden küçük olmakla birlikte Ayasofya’da uygulanan yarım kubbe, kemer ve tonozlardan oluşan karmaşık ve sofistike sistem, kubbenin çok daha geniş bir mekânı örtebilmesini sağlayarak kubbeyi daha etkileyici kılmaktadır. Taşıyıcı olarak beden duvarlarına oturtulmuş önceki yapıların kubbeleriyle kıyaslandığında, sadece dört payeye oturtulmuş bu denli büyük bir kubbe mimarlık tarihinde gerek teknik, gerekse estetik bakımdan bir devrim sayılmaktadır.

Dosya:İstanbul - Ayasofya, Üst kattan Ana salonun görünümü v2- Mart 2013.webm
Üst kattan Ana Salonun (kısmen) görünümü (Mart 2013)
Orta nefin yarısını örten ana (merkezî) kubbe, doğu ve batısına eklenen yarım kubbelerle çok geniş bir dikdörtgen biçimli iç mekân yaratacak şekilde öylesine genişletilmiştir ki, zeminden bakıldığında, gökyüzüne asılı gibi duran, tüm iç mekâna hakim bir kubbe olarak algılanır.

Doğu ve batı açıklıklarını kapatan yarım kubbelerden de daha küçük yarım kubbeli eksedralara geçiş yapılarak sistem tamamlanmıştır. Küçük kubbelerden başlayarak ana kubbe tacıyla tamamlanan bu kubbeler hiyerarşisi antik zamanlarda örneği görülmemiş bir mimari sistemdir. Yapının bazilika planı dahice tümüyle “gizlenmiş” durumdadır.

İnşa sırasında duvarlarda tuğladan ziyade harç kullanılmış ve kubbe yapı üzerine kondurulduğunda kubbenin ağırlığı alt kısmı nemli kalmış harçla oluşturulan duvarların dışa doğru bükülmesine yol açmıştı. 558 depremi sonrasında yapılan ana kubbenin yeniden yapımı sırasında genç İsidorus kubbeyi taşıyabilmeleri için önce duvarları yeniden dikleştirmiştir. Bütün bu hassas çalışmalara rağmen kubbenin ağırlığı yüzyıllarca bir problem olmaya devam etti, kubbenin ağırlık baskısı binayı bir çiçeğin açılması gibi dört yanından dışa doğru açılmaya zorluyordu. Bu problem de binaya dışarıdan istinat unsurlarının eklenmesiyle çözüldü.

Osmanlı döneminde mimarlar bir binada kayma olup olmadığını anlamak için ya yapımı sırasında elle döndürülebilecek küçük bir dikey sütun eklerlerdi ya da duvardaki 20-30 santimetrlik iki sabit nokta arasına cam yerleştirirlerdi. Sütun artık döndürülemediğinde veya söz konusu cam çatladığında binada kaymanın belli bir dereceye geldiği anlaşılmış olurdu. Ayasofya’nın üst kat duvarlarında ikinci yöntemin izleri halen görülebilir. Döndürülen sütun ise Topkapı Sarayı’nın harem bölümünde mevcuttur.

İç yüzeyler tuğla üzerine çokrenkli mermer, kırmızı ya da mor porfirler ve yapımında altın kullanılmış mozaiklerle kaplıdır. Bu, geniş payelerin daha ışıklı ve kamufle olmasını da sağlayan bir yöntemdir. 19. yüzyılda restorasyon çalışmaları sırasında bina dıştan Fossati tarafından sarı ve kırmızı renklere boyanmıştır. Ayasofya, Bizans mimarisinin başyapıtı olmakla birlikte, pagan, Ortodoks, Katolik, İslam etkilerinin sentez olduğu bir yapıdır.

Mozaikler[değiştir | kaynağı değiştir]

Deisis mozaiğinden bir detay. İsa'nın yüzünün iki yarısı birbirbinden farklı yapılmıştır.
Tonlarca altının kullanıldığı Ayasofya mozaiklerinin yapımında altının yanı sıra, gümüş, renkli cam, pişmiş toprak ve renkli mermer gibi taş parçaları kullanılmıştır. 726’da III. Leo’nun tüm ikonaların yok edilmesi emriyle, tüm ikona ve heykeller Ayasofya’dan kaldırılmıştır. Dolayısıyla Ayasofya’da günümüzde görülen, surat tasvirleri içeren mozaiklerin hepsi ikonoklazm dönemi sonrasında yapılan mozaiklerdir. Bununla birlikte Ayasofya’da surat tasviri içermeyen mozaiklerden az bir kısmı 6. yüzyılda yapılan ilk mozaiklerdir.[15]

1453’de kilise camiye dönüştürüldükten sonra insan figürleri içerenlerin bir kısmı ile ince bir sıvayla kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler bu sayede doğal ve yapay tahribattan kurtulabilmiştir. İstanbul’u ziyaret eden 17. yüzyıl gezginlerinin raporlarından Ayasofya’nın camiye çevrilmesini izleyen ilk yüzyıllarda insan figürü içermeyenler ile içerenlerden bir kısmının sıvayla kaplanmadan bırakılmış oldukları anlaşılmaktadır. Ayasofya mozaiklerinin tamamen kapatılması 842’de ya da 18. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşmiştir.[6] 1755’te İstanbul’a gelen Baron De Tott artık tüm mozaiklerin badana altında kalmış olduğunu belirtmiştir.[6]

Sultan Abdülmecit’in isteği üzerine 1847 ile 1849 yılları arasında Ayasofya’da çeşitli restorasyon çalışmaları yapan ve sultandan restorasyon sırasında keşfedilebilecek mozaikleri belgeleme iznini alan Fossati kardeşler,[37] mozaiklerin sıvalarını kaldırıp desenlerini belgelerine kopyaladıktan sonra mozaikleri tekrar kapatmışlardır. Bu belgeler günümüzde kayıptır. Buna karşılık, o yıllarda Alman hükümetince onarım için gönderilen mimar W. Salzenberg bazı mozaiklerin desenlerini de çizmiş ve yayımlamıştır.[6]

Sıvayla kaplı mozaiklerin büyük bir kısmı 1930’larda Byzantine Institute of America adlı kurumun bir ekibi tarafından açılmış ve temizlenmiştir. Ayasofya’nın mozaiklerinin açılması ilk kez 1932’de Byzantine Institute of America kurumunun başındaki Thomas Whittemore tarafından gerçekleştirilmiş olup, ilk gün ışığına çıkarılan mozaik "imparator kapısı" üzerindeki mozaik olmuştur.

Doğudaki yarım kubbe üzerindeki sıvanın bir kısmının bir süre önce düşmesi sayesinde bu yarım kubbeyi örten sıvanın altında mozaiklerin bulunduğu anlaşılmıştır.

Binanın kısımları[değiştir | kaynağı değiştir]
Ayasofya mimari yönden incelendiğinde orta nef denilen büyük bir orta mekân, kuzey ve güneyde yer alan iki yan nef, doğu ucunda yer alan absid ve batı kısmında kapıların yer aldığı iç ve dış nartekslerden meydana gelmiştir. 7.500 m^2’lik bir yüzölçümüne sahip Ayasofya iki katlı bir yapıdır.[15]


Ayasofya'nın zemin planı: 1. Sıbyan Mektebi 2. Şadırvan 3. Muvakkithane 4. Mütevelliler dairesi (Günümüzde Müze Müdürlüğü'nce kullanılıyor) 5. Şehzadeler Türbesi 6. III. Murad Türbesi 7. II. Selim Türbesi 8. III. Mehmet Türbesi 9. Sebil 10. Mermer sarnıç 11. Türk payanda duvarları 12. Kütüphane 13. Vaftizhane (Günümüzde Sultan Mustafa ve Sultan İbrahim Türbesi) 14. Sebil 15. Minareler 16. Omphalion 17. İkinci Ayasofya kalıntıları 18. Ayasofya Medresesi (günümüzde mevcut değildir) 19. Ayasofya İmareti (günümüzde mevcut değildir) 20. İmaret Kapısı 21. Mihrap 22. Hünkar mahfili 23. Minber 24. Müezzin mahfili 25. IV. Murat'ın yaptırdığı mermer kürsü 26. Bergama'dan getirilen küpler 27. Terleyen sütun 28. Üst kata çıkış rampası 29. Alt kata iniş rampası 30. Hazine dairesi

Topkapı Sarayı

Topkapı Sarayı (Osmanlı Türkçesi: طوپقپو سرايى), İstanbul Sarayburnu'nda, Osmanlı İmparatorluğu'nun 600 yıllık tarihinin 400 yılı boyunca, devletin idare merkezi olarak kullanılan ve Osmanlı padişahlarının yaşadığı saraydır.[1] Bir zamanlar içinde 4.000'e yakın insan yaşamıştır.[2]

Topkapı Sarayı Fatih Sultan Mehmed tarafından 1478’de yaptırılmış, Abdülmecit’in Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmasına kadar yaklaşık 380 sene boyunca devletin idare merkezi ve Osmanlı padişahlarının resmi ikametgahı olmuştur. Kuruluş yıllarında yaklaşık 700.000 m.² lik bir alanda yer alan sarayın bugünkü alanı 80.000 m² dir.[3]

Topkapı Sarayı, saray halkının Dolmabahçe Sarayı, Yıldız Sarayı ve diğer saraylarda yaşamaya başlaması ile birlikte boşaltılmıştır. Padişahlar tarafından terk edildikten sonra da içinde birçok görevlinin yaşadığı Topkapı Sarayı hiçbir zaman önemini kaybetmemiştir. Saray zaman zaman onarılmıştır. Ramazan ayı içerisinde padişah ve ailesi tarafından ziyaret edilen Kutsal Emanetler Dairesi’nin her yıl bakımının yapılmasına ayrı bir önem verilmiştir.[3]


Fatih Sultan Mehmed 1465 yılında Topkapı Sarayı'nın inşaatını başlatmıştır.
Topkapı Sarayı’nın ilk defa, adeta bir müze gibi ziyarete açılması Abdülmecit dönemine rastlamıştır. O dönemin İngiliz elçisine Topkapı Sarayı Hazinesi’ndeki eşyalar gösterilmiştir. Bundan sonra Topkapı Sarayı Hazinesi’ndeki eski eserleri yabancılara göstermek gelenek haline gelir ve Abdülaziz zamanında, ampir üslupta camekanlı vitrinler yaptırılır, hazinedeki eski eserler bu vitrinler içinde yabancılara gösterilmeye başlanır. II. Abdülhamid tahttan indirildiği sıralarda Topkapı Sarayı Hazine-i Hümâyûn’un pazar ve salı günleri olmak üzere halkın ziyaretine açılması düşünülmüşse de bu gerçekleşememiştir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle 3 Nisan 1924 tarihinde halkın ziyaretine açılmak üzere İstanbul Âsâr-ı Atika Müzeleri Müdürlüğü’ne bağlanan Topkapı Sarayı önce Hazine Kethüdalığı, sonra Hazine Müdüriyeti adıyla hizmet vermeye başlamıştır. Bugün ise Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü adıyla hizmet vermeye devam etmektedir.

1924 yılında bazı ufak onarımlar yapıldıktan ve ziyaretçilerin gezebilmeleri için gereken idari önlemler de alındıktan sonra Topkapı Sarayı 9 Ekim 1924 tarihinde müze olarak ziyarete açılmıştır. O tarihte ziyarete açılan bölümler Kubbealtı, Arz Odası, Mecidiye Köşkü, Hekimbaşı Odası, Mustafa Paşa Köşkü ve Bağdat Köşkü’dür.[3]

Günümüzde büyük turist kitlelerini kendine çeken saray 1985 yılında UNESCO Dünya Mirasları Listesi'ne giren İstanbul Tarihî Yarımada içerisindeki tarihi eserlerin en başında gelmektedir.[4] Günümüzde müze olarak hizmet vermektedir.[5]